Cantona

"Kariyerimde en zevk aldığım an bir gol anı değildi. Evet , bir pastı." (Eric Cantona)

28 Nisan 2011 Perşembe

Bütün goller 1 Mayıs için...

Futbolda geride bırakmak üzere olduğumuz sezonda bir çok tartışma yaşandı; önceki sezonlarda olduğu gibi. Bazen bir futbolcuyu bazen bir takımı bazen de bir taraftarı veya taraftarları...
Bu oyunun en önemli parçalarından biri olan medyanın da içinde olduğu tartışmalar bunlar. İster Arda Turan'ın 'Bunu da yazın' protestosu, ister İbrahim Üzülmez'in kapı önüne konulması, isterse de Nihat Kahveci'nin bir gazeteciye 'Yeter artık' diyerek saldırması... Galatasaray taraftarının 'ıslık'tan gözaltına alınması ve tehdit edilmesi ya da taraftarı kafesleyecek olan yeni şiddet yasası... Örnekleri arşa kadar vardırmak mümkün ama sorunlar üç aşağı beş yukarı ayndı. Milyarlarca dolar paranın döndüğü ve artık bir sektör olduğu ayan beyan ortada olan futbol dünyasındaki hak ihlallerine sadece ve sadece yönetelerin iyi niyetiyle bakılamaz. Özelde futbol, genelde ise sporda bir 'örgüt' kurmak şart! Evet, bir sendikal örgüt kurmak şart.

Bu pazar 1 Mayıs'ı kutlayacağız... Geçen sene yıllar sonra Taksim'e çıkanlar arasında futbolcular da vardı. Kardemir Karabükspor'lu futbolcular da yürüyüş kolundaydı. Bu simgesel hareketin devamının gelmesi için bütün sporcuların artık aynı çatı altında toplanması gerekiyor. Sendika lafını Emre Belözoğlu da dillendiriyor eski efsane Metin Kurt da... Ama Emre Belözoğlu bir  türlü harekete geçmezken, Metin Kurt sendikayı kurdu bile. Kurt, hiç de beklendiği gibi sendikaya üye olmaları için şöhretlerin peşine düşmedi. Aksine, onlara belki hiç gitmeyecek. Çünkü Kurt, işin özünün tabanda olduğunu biliyor. Dahası, örgütlülüğü sadece futbol üzerinden de okumuyor. Bütün spor dallarında örgütlenmekten söz ediyor. Kurt ve arkadaşları Spor-Sen ile meşakatli bir yola çıktılar. Pazar günü pankartlarını açacaklar. Dilerim ki kamuoyunun da tanıdığı sporcular korkularından arınarak bu pankartın ardında dururlar.
Aynı şekilde gazeteciler de kendi pankartlarının arkasına geçer diye umuyorum. Zira memleketteki en önemli çarpıklıkların yaşandığı alanların başında medya geliyor. Bu anlamda spor ve medya örgütsüzlük ve bunun yarattığı sıkıntılar bakımından birbiren çok benziyor.  Bu iki alanın çalışanları başlarını sokacakları bir sendikaya sahip olurlarsa, ne Emre ne de Arda 'hareket' çekebilecek. Dilimizin bir kemiği olunca onları zıvanadan çıkarmayacağız çünkü...
FİNAL PASI: Memleketin bütün sporcuları yeter artık şampiyonluklar peşinde koştuğunuz! Artık biraz da örgütlenmek için topa girin, maraton koşun, smaç vurun, tekme sallayın, kündeye getirin, cirit atın, yüksek atlayın... Biraz da kendi hakkınız hukukunuz için ter dökün..  1 Mayıs'ta sahaya çıkacak sporcular emek için bir selam çaksalar kıvılcım niyetine, ne güzel olur değil mi...

30 Mart 2011 Çarşamba

Bu milli takımı sevdim

Salı akşamı Şükrü Saracoğlu Stadı'nda Türkiye-Avusturya maçının son düdüğü çaldığında "Bu takımı sevdim" dedim içimden.
Hamit Altıntop'u bir kenara bırakıyorum. O zaten bu milli takımın başına gelen en güzel şeylerden biri. Şimdi yeni birşeyler daha var: Nuri Şahin ve Mehmet Ekici... Nuri Şahin, Emre Belözolğu'nun pozisyonunda oynadı. Futbol olarak onun rolüne soyundu ve çok da iyi oynadı. Sadeleştiği kadar parladı; parladığı kadar ise sadelikler sundu... Ancak Emre'nin diğer rollerine hiç soyunmadı Nuri: Bir kez olsun hakeme itiraz etmedi, bir kez olsun rakibe kasti tekme atmadı ve bir kez olsu kendi arkadaşlarına 'artistlik' yapmadı...
Mehmet Ekici için yeni Mesut Özil diyorlar. Umarım o sadece Mehmet Ekici olur ve başkaları övülürken ona benzetilir. 60 dakika kadar oyunda kaldı ve sadece bir kez top kaptırdı. Ayarında bir top tekniği ve serinkanlılık. Klişe olsa da sanki 40 yıldır bu takımda oynuyor. Fakat bu takım dediğimiz aslında o takım değil. Epey değişmişti. Belki de o yüzden Mehmet Ekici de uyumsuzluk göstermedi. Çünkü sahada aynı futbol dilini konuşan epey bir 'göçmen çocuğu' vardı. Onların ortak dilinin özeti şu: Oyunla ilgilen. Ne rakip ne de tribünle dalaşma. O dili konuşamayanlar ise hâlâ eski takımdan olanlardı. Misal Arda Turan. Bir gol attı. Sevincini eşiyle dostuyla paylaştı. Oysa önce o yağmurda o tribünleri dolduran taraftarla paylaşmalıydı. Hadi geçtim bunu peki basın mensuplarına hareket çekmek de neyin nesi? Eğer yaşadı aşkla ilgili yazılan çizilene duyduğu tepkiyse adresi yanlıştı. Bu hareketi bir zahmet magazincilere çeksin! Dedim ya eski takımdan kalma alışkanlıklar bunlar. 'Emre abisi'nden icazetli nede olsa. Hatırlayalım: Emre de basın tribünlerine daha çirkin bir el kol hareketi çekmişti! Azerbaycan yenilgisinden sonra milli takımı bırakma sinyali veren Emre bence salı akşamı Nuri'yi gördükten sonra bu kararını somutlaştırmalı. Zira gözünü arkada bıraktıracak bir durum yok. Gönül rahatlığıyla milli formadan emekli olabilir.
Attığı golden sonra "Bunu da yazın" dedi Arda. Evet, çarşamba baktım bütün gazeteler golü Arda'nın attığını yazmış. Hatta bununla kalmamış manşetlerini de Arda'nın mesajından kurmuş. Ben de yetinmeyip şunları yazmak istiyorum: Yılan hikayesine dönüşen yurtdışı transferi gerçekleşirse şayet, salı akşamı oynadığı topla değil ilk 11, 18 kişilik kadroya bile alınmaz. Maçın 60. dakikasından sonra gözü sürekli kulübeyi gözler haldeydi; oyundan alınmak için. Ama Hiddink, sınırlarını zorlaması için onu sahada tuttukça tuttu. Sakatlıktan çıktığı için fizik kondüsyonu düşük ama en formda olduğu zamanlarda da en büyük eksiği fizik kondüsüyonu olmuştur. Gençliğiyle idare ederek götürüyor işi. Gidecekse İspanya'ya gitsin. Oralarda eli belinde oynamak mümkün ama oranın dışında bir lige gitmesin aksi halde dönüşü çabuk olur. Ha bir de sık sık sakatlanmasın. Bizim çektiğimiz kadar el oğlu onun nazını çekmez. Ayrıca eloğlu onun aşkıyla meşkiyle de bizim kadar ilgilenmez. Rahat eder yani giderse...
Hasılı kelam, salı günü Avusturya'yı 2-0 yenen milli takımı sempatik buldum. Umarım yeni başka oyuncular da katılarak, zariflikle bezenmiş bir futbol oynayan bir milli takım oluşur... Türkiye Futbol Federasyonu'nu da Euro 2012'ye gidemezsek bile Hiddink ile devam etmeli. En azından milli maçları bir savaş havasında yaşamıyoruz. Neydi o Fatih Terim'li dönemler: Amansız ol! Aman aman, Hiddink ile devam edilsin. Ben kendi adıma onun futbola dair açıklamalarından ve değerlendirmelerinden çok feyz alıyorum...

10 Mart 2011 Perşembe

Mahallenin 'ŞIK' abisi

Bu memlekette 'şık'lık azaldı. Giyim kuşamla ilgili değil, ülke insanlarının birbirlerine karşı şıklıklarından söz ediyorum. Şu ülkenin haline bir bakın: Hayatımız bir yanda müteahhitlerin şantiyesine dönmüş. Kentsel dönüşüm adı altında hem hafızamızın ırzına geçiliyor hem ruhumuz ve gözümüz yorgun düşüyor. Diğer yanda, ülke üç yıldır daha iddianamesi tamamlanamayan bir davanın etrafında 'Biri bizi gözetliyor' evine dönmüş! Herkes dinlenmekten ve izlenmekten korkuyor... Azınlık Raporu filmini izleyenler bilir; insanlar suç işleme ihtimalini gözetilerek, tutuklanıp hapse atılmaya çalışılıyor. Yani daha doğmamış çocuğa don biçer gibi insanlara suç işlemeden, işlemiş muamelesi yapılıyor. Tanıdık değil mi?
Piyasaya çıkmış kitaptan ötürü yazar ve çizerlerin hapse atılmasını kanıksamıştık da, henüz 'doc' formatında olan bir kitap tasarısından ötürü insanların sorgu suale muhatap olmasına şahit olmamıştık. Artık bunun da tanığıyız. Şaşkınız ve tedirginiz...
Ahmet Şık... Metin Göktepe davasını birlikte izlediğimiz yıllar geliyor aklıma. Hatırlıyorum; her dava öncesi ve sonrası 'Aman Ahmet'i gözden kaçırmayın' diyerek, birbirimizi uyarırdık. Çünkü Göktepe için yaptığımız eylemlerde en önde Ahmet yürüyordu. Sloganlarında hiç tenzilat yapmıyordu. Hakikâti olduğu gibi haykırıyordu; katillerin hesap vermesini istiyordu. Ahmet'in çok ileri gittiği düşünülüyordu ve o yüzden de bu toprakları terk etmesi öneriliyordu(!). Kendisi için bunun iyi olacağı salık veriliyordu, bir yerlerden(!)...
Fakat o terk etmedi bu toprakları, sevda gibi. Kaldı. Gün geldi işsiz kaldı, ama yine yılmadı. Gazeteci, gazetecidir. Hiç olmadı, oturur duvara yazar; yeter ki söyleyecek bir sözü olsun. Ellerine verilen çarşaf çarşaf sayfaları dişe dokunur tek bir satırla dolduramayanların parsellediği gazetelerde yazmadığı halde, birçoğumuzdan daha fazla gazeteciydi Ahmet. İsteseydi, genç yaşında oluşturduğu 'kariyer'ine sırtını yaslayıp, konforlu bir hayata yelken açabilirdi. O da haftasonları televizyonlarda son model araçların test sürüşlerini yaparak gazetecilik yapabilirdi! Ya da kışın araba programı, yazın da çevre programı yaparak hayatının 'egzoz dengesi'ni sağlayıp vicdanını da rahatlatabilirdi... Ancak o, gerçek bir gazeteciydi. Damarlarındaki kan hep haber peşinde koşması için akıyordu. Kalbine 'hakikâtin peşinde' gitmesi için gidiyordu, o kan.
Ahmet Şık, şimdi içeride. İroni olsun diye söylemiyorum; o dışarıdaki bir çok gazeteciden daha özgür. Benim tanıdığım Ahmet Şık da iyi bir çocuk değildi! O, bu düzen için hiç de iyi bir çocuk değildi. O, çok cesur bir çocuktu ki şimdi bütün Türkiye de bunu görüyor... Burada benim onun için söyleyeceğim sözler kifayetsizdir. Ne demişti: Dokunan yanar! Yani sözü Ahmet Kaya'ya vermişti. O halde Ahmet Kaya alsın sazı ve sözü:
DOKUNMA YANARSIN
Çocukluğum çıraklıkta geçti, kir pas içinde
Gençliğim korsan yürüyüşlerde, mitinglerde
Hapse erken düştüm.. copla erken tanıştım
Küçük voltalardan bıktım, usandım
Şimdi uçsuz bucaksız ovalarda
Adımlarımı saymadan, geriye dönüp bakmadan
Usanmadan, bıkmadan
Deli taylar gibi koşmak istiyorum!
Ve görüyorsunki aşkı beceremiyorum
Beni kendi halime bırak yavrucuğum
Ben yolumu nasıl olsa bulurum...
Upuzun çayırlarda yalınayak koşmak istiyorum
Saçlarım rüzgara konuk..yüzüm dağlara dönük
Göğsümün çeperini ölümle sınayan esaret
Ve yüreğimi yararcasına zorlayan cesaret
Kıyasıya vuruşsun istiyorum!
Koşmak.. koşmak istiyorum sevgilim
Dönemezsem affet...
Firari gecelerin uzmanı olmuşum
Bütün istasyonlarda afişim durur
Beni bir çocuk bile bulur!
Dokunma bana çıldırırsın
Dokunma bana sende ellerin tutuşur!
Koşmak istiyorum
Ekzozların, molozların, yağmaların kıyısından
Onca insafsızlıkların, onca haksızlıkların
Manzarasızlıkların, parasızlıkların
Allahsızlıkların kıyısından
Kimseye ve hiçbirşeye değmeden
Ciğerlerimi yok edercesine koşmak istiyorum!
Koşmak istiyorum
Şiirimin ve yumruğumun namusuyla
Kavgaya karışmadan, tutuklanmadan ve küfür etmeden
Kafamı kırarcasına koşmak istiyorum!
Avucunu son bir defa, ağlamadan tutmak istiyorum
Gözlerim yüzüne küskün, sazım sevgine suskun.
Saati ayrılığa kurmuşum olmaz teslimiyet
ziyan aklımı senle bozmuşum, içerim felaket!
Kurşunlara geleyim istiyorum
Ölmek..ölmek istiyorum sevgilim
Sağ kalırsam affet
Firari acıların uzmanı olmuşum
Bütün telsizlerde adım okunur
Beni bir korkak bile vurur!
Dokunma bana fişlenirsin
Dokunma bana, sende yanarsın

23 Şubat 2011 Çarşamba

Afrika ve Beşiktaş

Beşiktaş nereye gidiyor?
Her sezon değişen politikalarla kulübün bütün değerleri yerle yeksan oldu. Bilgili yönetiminin bırakıp gittiği 2004 faciasından sonra göreve gelen Yıldırım Demirören, özellikle Fenerbahçe'ye yaptığı meydan okumaları ve stadı genişletme çalışmalarıyla taraftardan büyük bir kredi oldu. Demirören, 80 ve 90'lardan kalma transfer politikasıyla ilk görev yılında Fenerbahçe ve Galatasaray eskileri alarak, "Biz istediğimizi alırız" havası yarattı. Oysa aldıkları, rakiplerinin zaten "vazgeçtiklei"ydi.
Del Bosque gibi bir markayı takımın başına getirmesi ne kadar doğru bir hamle olduysa ona gereken sabrı gösterememesi de bir o kadar yanlıştı ki bu yanlışın etkileri bugüne kadar sürüyor.
Malum sonrasında bir yerli bir yabancı derken her sezon değişen ama sonuç almayan kulüp yönetim anlayışı.
Demirören dönemi sürekli bir kaos dönemidir. Kaos esasen doğurgandır, yaratıcıdır ama bunu anlayacak bir kapasitenin olması halinde... Demirören dönemindeki tek şampiyonluğun Mustafa Denizli ile gelmesi tesadüf değildir. Tam Demirören'in istediği gibi, çarçabuk bir başarı için gereken formül Denizli'de vardı. Ama Denizli takımları çok çok 1, bilemediğiniz 2 yıllık bir ömüre sahiptir. Şarkın ve garbın anlayışını sentezleyen Denizli'nin kazandırdığı şampiyonluk bir nevi, Del Bosque, Çalımbay, Tigana ve Sağlam'ın toplamının bir sonucuydu. Doğu ile Batı'nın sentezi...
Beşiktaş'ın geleceği hem sahadaki takım açısından hem de kulübün yönetimi açısından belirsizlikler taşıyor. Büyük soru işaretleri var. Eldeki yıldızlar sezon sonu bir anda gönderilirse hiç şaşırmam. Zaten Schuster'in yerine yeni bir hocanın geleceği konuşulmaya başlandı bile. Yine büyük bir yanlışın eşiğinde Beşiktaş. Tıpkı, Kuzey Afrika'da yaşanan duruma benziyor Beşiktaş'ın içinde bulunduğu durum. Devletin lideri bozuk düzenden kendini muaf tutuyor. Pansumanlarla (reform vaatleri) halklarına "herşey güzel olacak" diyorlar. Fakat, aç be ilaç o insanların bu vaatlere artık karnı tok! Nihayetinde o otoriterler de en fazla bir iki hafta direnebildi.
Faşizme bayrak açan Demirören'in kulüp politikası da hiç demokratik değil. Anlık ve tek başına aldığı kararlarla 7 yıldır idare ediyor. Düşünün NBA yıldızı Iverson'ı hiç tanımadığını söyledi. Ama transfer edildikten sonra da çıkıp "dünya kulübü" olduk dedi.
Buna karşın Beşiktaş'taki vaziyetin sorumlusu sadece Demirören değil. Bir iki yıldıza kanıp "yeter" diye bağırmaktan vazgeçen Çarşı'dan, kongrelerde aday olmayan eski idarecilerdir en büyük sorumlular. Son kongrede Murat Aksu aday oldu ama bu da ehveni şer bir durum doğurdu. Tepeden inme bir başkan adayı ile Demirören arasında seçim yapmak zorunda kaldı kongre. Deniyor ki Demirören, kulübü çok borçlandırdı ve o yüzden kimse aday olamıyor. Bakkala ekmek parasını ödeyemeyen Galatasaray'da taşın altına elini koyan Canaydın ve Polat'ı düşününce bu mazeretin de bir anlamı olmadığını düşünüyorum.
Beşiktaş'ta artık kulübü gün be gün batağa sürükleyen Demirören yönetimine başkaldırının; "demokratik bir isyan"ının günüdür...

4 Şubat 2011 Cuma

Yerli yersiz hareketler bunlar!

Bu memlekete ne zaman yabancı bir teknik direktör gelse, bizim "yerli hocalar" ve "saz arkadaşları" başlar ağlamaya. Güya yerli hocalar futbolcunun dilinden daha iyi anlıyormuş! Üstelik takımlarda 77 milletten en aşağı 8-10 topçu varken söylüyorlar bu lafları...
Hele de söz konusu milli takım olunca, akan sular tehditle bile durduruluyor! Hollandalı Guus Hiddink'in Türkiye'nin başına gelmesini hiçbiri hazmedemedi. Öyle ya, Hiddink çıkıp futbolcuyu "yürü koçum, yürü aslanım" diye "gazlayacak" bir adam değil. Türkiye'de yabancıya itiraz edildiğinde genellikle bu motivasyon unsurundan dem vurulur.
Türkiye'de milli takımı özellikle de 60'ların ortasından itibaren en çok yerli hocalar çalıştırmıştır. Bizim çocukluğumuzda katlandığımız bütün o "şerefli" yenilgilerde millilerin başında yerli hocalar vardı. Ama diyeceksiniz ki 1996 Avrupa Şampiyonası, 2000 Avrupa Şampiyonası, 2002 Dünya Kupası ve 2008 Avrupa Şampiyonası'nda "destan yazan" millilerin başında yerli hocalar vardı! Doğru, başında yerliler vardı ama temelinde yabancılardı. Türkiye futbolunun makus talihinin değişmesinde iki "kırılma" noktası vardır ve bunların altında da iki Alman'ın imzası. Nasıl ki biz İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya'nın ayağa kalkmasında "Anadolu kaynağı"nı gönderip yardımcı olduysak, bu iki Alman da bizim futbolumuzun ayağa kalkmasında tarihsel bir rol oynadı. Birisi Galatasaray'daki devrimi başlatan Jupp Derwall, diğeri de milli takımdaki hamleyi başlatan Sepp Piontek...
Derwall'in başlattığı altyapı ve zihinsel devrim Mustafa Denizli, Piontek'inki de Fatih Terim gerçeğini yarattı.
Yani Denizli Derwall'in, Terim de Piontek'in diktiği "ceviz ağaçları"nın meyvesini aldı!
Özgüvenini sağlamış bir ülkenin ister yerli ister yabancı olsun, yeni başarılar elde etmesi de artık neredeyse bilimsel bir zorunluluk hali almıştı. O yüzden Şenol Güneş'in başarısında yadırganacak bir durum yoktu.
Memleket futbolunu dünya arenasına taşıyan en önemli isimlerin yabancılar olduğunu unutan bizim yerliler ve onların destekçisi ulemalar, görünüşte birbirleriyle çok iyi dayanışma içindedir. Güya hiçbiri Ertuğrul Sağlam'ın başarısını kıskanmaz, hatta duygulanıp gözyaşlarına boğulur...Ama beri yanda, boştayken televizyona yorum yapan bir çok hocanın "kardeş yerli hocaları"nın ayağını kaydırmak için nasıl da yorumlar yaptığı da bilinir.

Yerli hocaların son dayanışması(!) Ümit Özat ile Hikmet Karaman arasında oldu. Geçen hafta oynanan Ankaragücü-Manisaspor maçında yaşananlar Shakespeare'a rahmet okuttu. Bu maçta iki ibretlik olay yaşandı. Birincisi şuydu: Ankaragücü tribünlerinden bir taraftar Ömit Özat'a, yani kendi takımının hocasına saldırmak için sahaya atladı. Ancak daha önce Özat, taraftarı bir yumrukla yere serdi! Buraya kadar Tanıl Bora'nın deyimiyle "özsavunma"ya girdiği için meşruydu. Fakat daha sonra yerde yatan taraftara attığı tekmeler insanı utandıran cinstendi. Bu tekmeler de hani Marquis De Sade'ye rahmet okuturdu... Haklıyken haksız duruma düşmek denilen vaziyetti hani..Özat da daha sonra yaptığı açıklamada yanlış (esasen vahim) davrandığını kabul etti.
İkinci olay da şuydu: Maç bitmiş ve Manisaspor, Ankaragücü'nü başkentte 3-1 yenmiş. Ankaragücü taraftarları konuk ekibin hocasını alkışlıyor; çiçekler ve kaşkollar veriyor. Taraftar nezdinden bakıldığında güzel bir davranış. Ama kazın ayağı öyle değil. Ankaralılar gitmesini istedikleri kendi hocalarına nispet yapıyor. Ömit Özat'a vurmak için Hikmet Karaman'a güzellik yapıyorlar. Hikmet Karaman da taraftarın bu nipetini adeta "düşman çatlatırcasına" tepe tepe kullanıyor. Eee yakıştı mı? Bir yerli bir yerli hocaya bunu yapar mı? Ya bir meslektaş bir meslektaşa bunu yapar mı? Az önce meslektaşına saldırmak için sahaya atlayan tribünlerden çiçek ve kaşkollar almak yerli dayanışması açısından bakılınca yenilir yutulur mu bir davranış mı?

Hikmet Karaman, bununla da yetinmeyip, "İnsanlar zamanı gelince gitmesini bilmeli" diyerek de hiç haddi olmadığı halde "yerli meslektaşı"na akıl vermeye kalktı. "Hocam rakip takım bugün nasıl oynadı" sorusunu bile "Şimdi benim rakip takımı değerlendirmem doğru olmaz" dendiği bir ortamda, siz kalkıp rakip hocanın görevine devam edip etmemesi konusunda fikir beyan edebiliyorsunuz!
Bu memleket sahalarında şöyle bir söz vardır: Düşene vurulmaz! Bu söz hem mecazi hem de birinci anlamıyla doğrudur. Nasıl ki Ömit Özat, düşen taraftarı yerde tekmeleyerek yanlış yapmıştır, aynı şekilde Hikmet Karaman da kendi camiası tarafından yere düşürülen Ömit Özat'a vurarak, büyük bir ayıp etmiştir! Kendisini alkışlayan Ankaralılara şöyle küçük bir "eyvallah" hareketi yapıp gitmesi yeterdi oysa... Yerli mi yabancı mı? Sizce bu soru hâlâ geçerli mi?

2 Şubat 2011 Çarşamba

DUYURU: Radikal Futbol'a merhaba...

Bundan böyle haftada bir Radikal Spor'da salı günleri 'Radikal Futbol' sayfasında yazacağım. İlk yazıma bu linkten erişebilirsiniz...
'Genç Semih' ilk 11'de


23 Ocak 2011 Pazar

Ben bir ceviz ağacıyım Arena'da...

Bir yargı daha kırıldı. Einstein'a selam olsun, demek o kadar da zor değilmiş yargıların kırılması... Yıllardır burun kıvrılan 'futbol hastaları' meğer yaşıyormuş. Meğer onların da sinir uçları hala duyarlıymış. Meğer onlar da 'zulm'ün ne olduğunu biliyor ve ona karşı ses vermek gerektiğini biliyormuş...
Türk Telekom Arena'nın açılışındaki ıslıklara katlanamayan Başbakan stadı terk edince Galatasaray Başkanı Adnan Polat'ın eli ayağına dolandı ve apar topar "Provakatörleri yakalayın!" diye buyurdu. Muhteşem Süleyman efekti olsa gerek!!!
Polat, cuma günü düzenlediği basın toplantısında 'Binbir Gece Masalları'na taş çıkartan bir masal anlattı. Özetle şunu söyledi: "Maçtan önce polis bize gelip, 300 kişinin stada sızdığını söyledi. Ben de bunun üzerine stadın etrafında iki tur attım..."


Aslında güzel, insanın uykusunu getirebilecek bir masal! Polat, yaptığı her açıklamayla insanda daha bir şevkle ıslık çalma arzusu uyandırıyor. Arena'ya sızan 300 kişi... Polat onlara 'provakatör' diyor ama nedense ben, onlara '300 Spartaküs' demek istiyorum. Spartalı değil Spartaküs, lüften dikkat.
Acaba bu 300 Spartaküs'ü Arena'ya, bir gladyatör göndermiş olmasın. Misal, Metin Kurt! Kesin elebaşı odur ki zaten geçen cumartesi İstiklal Caddesi'ni 'eylem tribünü'ne çevirerek kendini açık etti!!! Hay Allah, ne tesadüf ki bu Metin Kurt da eski bir Galatasaraylı. 70'li yıllarda Ali Sami Yen'de tribünleri ayağa kaldıran bu 'çizgi dışı' ama lakabı 'çizgi Metin' olan Kurt adam, daha sonra şan şöhret sularında yüzmek yerine, 'emek', 'sömürü', 'özgürlük', 'hak', 'hukuk' diyerek, bu kez de futbolcuları ayağa kaldırmak için depar atmış. Ömrünü bu uğurda harcayan Metin Kurt, saha dışında aldığı nice yenilgilere rağmen, maçı bırakmadı. 60 küsur yaşında bile sömürüye dayanan futbol sistemine karşı ataklar geliştirmeye devam etti. Nihayet geçen yıl kurduğu Spor-Sen ile "Dünyanın bütün sporcuları birleşin" dedi. Ve geçen cumartesi gerçekleştirdiği yürüyüşle de ilk golünü attı. Sistemin, birbirine kırdırmamak için her türlü 'skor'u kullandığı ve siz 'birbirinize düşmansınız' diyerek beslediği Fenerlisi, Beşiktaşlısı, Galatasaraylısı, Trabzonsporlusu, Dersimsporlusu, Giresunsporlusu ve daha nicesini 'tek yumruk' yapıp 'adalet ve demokrasi tezahüratı'nda tek koro yaptı...


Yıllardır 'futbol afyondur' denilerek adam yerine konulmayan futbol taraftarlarının uyumadığını gösterdi. Evet, Başbakan ve tayfası bu kez haklı. Bunlar organize işler! Bunlar örgütlü işler! Ne güzel işte, 'ileri demokrasi' de zaten bunu emreder: Örgütlü toplum...
Metin Kurt öncülüğündeki Spor-Sen'in çağrısıyla sokağa dökülen futbolun renkleri, bize bundan sonrası için dünyayı yeniden ve daha güzel bir şekilde boyama şansı tanıyor. Küçük bir işaret fişeği atıldı; içinde bulunduğumuz cendereden çıkmamız için. Cendere hayatın her alanında o yüzden de onu kırmak için hayatın da her alanına 'sızmak' lazım. Gülhane Parkı'ndaki gibi; fabrikada, ofiste, otobüste, trende, vapurda ve statlarda bir 'ceviz ağacı' olmak lazım... 'Hayata taraftar' olmak için şu Arena'lara sızmak lazım!... Örgütümüzün adı 'Hayat', armamız ise 'Tek Yumruk' olsun...

16 Ocak 2011 Pazar

Yanlış anlamayın beyler, mekân bağırtıyor!

Barcelona'yı sevmek ne kadar da artistik öyle değil mi? Üstelik sadece bugünün 'uzay futbolu'nu oynayan Messi'li, Iniesta'lı ve Xavi'lisini değil, evvel Barcelona'yı da çok severiz. Franco faşizmine karşı Barça'nın nasıl bir mevzi olduğunu, Camp Nou'nun nasıl bir özgürlük alanına dönüştüğünü o günlere tanık olmuşçasına büyük bir aşk ve şevkle kaleme alırız veya dile dökeriz...
Futbol ve politika, nasıl da üzerine kelam etme iştahı uyundıran konulardır... Öyle ya, çoğu kimse tarafından küçümsenen, hafife alınan futbol meğerse o kadar da çoluk çocuk oyuncağı bir oyun değilmiş. Yeri geldiğinde 'siyasi toplar'ın bile en iyi sektirildiği bir meclis olabiliyormuş...
Dünyanın en büyük derbisi sayılan Boca-River kapışması aynı zamanda bir zengin-fakir müsabakasıdır. İkinci sırada gelen Celtic-Rangers eşleşmesinin de Katolik-Protestan çekişmesi olması gibi...
Bu topraklar da, son yıllarda Galatasaray-Fenerbahçe ezeli rekabetini sınırların dışına taşırma gayreti içinde. Bu gayretkeşlere göre bizim derbimiz bir dünya derbisi. Hatta dünyanın en büyük derbisi. Ancak aralarında sınıfsal, dinsel veya başka hiçbir keskin ayrım olmayan bu iki ezelinin mücadelesi ne kadar internetten tıklanırsa tıklansın bir dünya derbisi olamıyor, olamaz da. Çünkü onların çelişkileri dünyanın dikkatini çekecek kadar ilgi çekici değildir. Bu yüzdendir ki ne kadar kavga gürültü çıkarsalar da elalemin gündemine girmez; 5 dakikalık maç özetleri bile satın alınmaz. Çünkü onlar süt kardeşlerdi!...
Onları ayrıştırmak için yakıştırılan 'aristokrat takımı' ve 'burjuva takımı' etiketleri de pek eğreti durur ki bunu da zaten egemenlerimiz pek kabul etmez. Ne de olsa bölünmenin her türlüsüne karşı teyakkuzdadırlar.
Bu memlekette siyasetin spora; özelde de futbola karıştırılmasına şiddetle(!) karşı çıkılır ama aksine siyasiler bu oyundan ayaklarını hiç çekmez. Kulüp yönetimlerinden federasyonların yönetiminin belirlenmesine, tesis ve arsaların tahsisinden vergi borçlarının affına kadar bir çok konuda kulüpleri kendi güdümlerinde tutarlar. Ve lakin bu siyasilere tribünlerden kendilerine bir yuh çekildi mi de kıyameti kopartıyor. Barçalılara gösterilen sempatinin yüzde biri buradaki 'Barça özentileri'ne gösterilmiyor!

Türk Telekom Arena'nın açılış töreninde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan protesto edildi. Başbakan başta olmak üzere, partisinin bir çok üyesi büyük tepki gösterdi ve açılış törenini erkenden terk etti. Galatasaray Adnan Polat, Başbakan'dan özür diledi. Bununla da kalmayıp, 'kendini bilmez üç-beş' kişini kameralarla tespit edileceğini ve bir daha stada alınmayacağını söyledi.
Birincisi protesto edenler üç-beş kendini bilmez değildi. Onlar, çoğu özel davetiyelerle gelmiş 'seçkin' taraftarlardı. Öyle ki İstanbul metrosu, İstanbul metrosu olalı hiç bu kadar seçkin ve ünlü insanı aynı anda taşıma şerefine nail olmamıştı. İkincisi sayıları da üç-beş değil, nereden baksanız bakın 25-30 bin kişiydiler. Zaten öyle olmasaydı bu kadar tepki göstermeye ne gerek olurdu ki...
Yani top çevirmeye lüzum yok. Binlerce kişi Başbakan'ı protesto etti; ama siyasi ama sportif nedenlerle.
Ayrıca bu tepkinin gösterilmesinde haftalardır uzatılan her mikrofona 'Bu stadı Başbakan yaptı' diyen yöneticilerin de büyük payı vardır. Neticede Galatasaray, değerli bir menkul alanını bırakıp daha değersiz bir alana geçmeyi kabul etmiştir. Kazançtan ziyade kayıp vardır. Alkışlanacak ve abartılacak çok da fazla birşey yok.
Velev ki taraftar nankörlük etmiştir! Buyurun ödeyin o zaman bu nankörlüğünün bedelini! Siyasiler istiyorlarsa bu topa girsinler. Mesut Yılmaz'ın Fenerbahçelilerin gadrine nasıl uğradığı unutulmuş değildi.
Siyasetle futbolun maçında kimin kazanacağına dair bahse var mısınız? Unutmayın futbol da afyondur!
Salonlarda ve statlarda siyasilerin, -daha doğrusu AKP'lilerin- protesto edilmeyeceğine bir kanun mu var? Bu gidişle olacak gibi galiba...
Dünya Basketbol Şampiyonası finalinde de Erdoğan protesto edilmiş ve o gün de 'dünyaya rezil olduk' diye feveran edildi. Arena'nın açılışında da protestolara maruz kaldı. Yine kıyamet kopartıldı. AKP'lilerin tepkisi neyse de Adnan Polat'ın "Protestocuları kameralarla tespit edeceğiz ve bir daha maça almayacağız'"demesi de neyin nesi oluyor? Nedir bu futbol seyircisine reva görülenler? Nerede olursa olsun, insanlar şiddete başvurmadıkça, protesto yapma hakkına sahiptir. Arena'da insanlar sadece doğal enstürmanları olan seslerini kullanarak tepkilerini dile getirmiştir. Buna saygı duymaktan başka yapılacak birşey yoktur; ileri demokrasilerde!!!
Meclis'ten çıkması an meselesi olan Şiddet Yasası, taraftarı zaten genel hukuktan ayırıp özel bir hukuka tabi tutuyor. Yetmiyor, şimdi bir de statta küfürsüz, şiddetsiz protesto hakkı da ellerinden alınmaya çalışılıyor.
Polat, resmen insan hakları ihlalinde bulunuyor. Binlerce kişiyi stada almama hakkını kendisinde nasıl buluyor?
Üstelik o stat oraya girenlerin parasıyla yapıldı. Başbakan, "Galatasaray'ın tek kuruşu yok" diyor. Yanlış efendim. Her Galatasaraylı (eğer illegal örgüt üyesi değillerse tabi. Malum son dönemde kim sesini yükseltse hükümet çevrelerince illegal örgüt üyesi olmakla suçlanıyor) bu devletin vatandaşıdır ve devletin o stada harcadığı 600 milyon lirada onlardan kesilen vergiler de vardır. O stat hem Galatasaraylı'nın hem Beşiktaşlı'nın hem de Fenerbahçeli'nindir..
O stada harcanan para Türkiye halkının parasıdır, AKP'nin değil... Üstelik Galatasaray, o stat için şehrin göbeğinde bir çok müteahhidin ağzını sulandıran çok kıymetli bir araziyi bırakmıştır...
Hasılı kelam: Madem ki "futbol asla sadece futbol değildir", o halde Arena'nın açılışında yükselen protestolar da son derece anlaşılırdır. Tam da bugünkü iktadarın bize sunmaktan kıvanç duyduğunu söylediği 'ileri demokrasi'nin güzel bir örneğidir... Kızmaya küsmeye gerek yok. Cem Yılmaz'dan feyz alıp söylemek gerekirse; yanlış anlamayın beyler, mekân protesto yaptırıyor!